Geçtiğimiz hafta yayınlanan "1915 Olaylarına İlişkin Mesaj" pek çok açıdan ezber bozucu bir metindir. Bu önemli açıklama üzerine yurt içi ve dışında çok sayıda yorum yapılmıştır. Bunların neredeyse tamamı mesajın "1915'te ne oldu?" sorusuna verdiği cevabın geleneksel resmî yaklaşımla gösterdiği farklılığa dikkat çekmektedir.
Ancak bu açıklama sadece yirminci yüzyılın büyük trajedilerinden birisine yönelik devlet yorumundaki değişikliği yansıtmamaktadır.
Kamuoyuna sunulan metin bunun yanı sıra farklı bir "tarih" algısının benimsendiğini de ortaya koymaktadır. Kâğıt üzerinde bırakılmaması halinde bu yeni algı Türkiye'yi tarihin "her konuda günceli belirlediği" bir toplum olmaktan kurtararak onun tartışılmasını mümkün kılacaktır.
TARİHSEL ZAMAN
Yirminci yüzyılın önde gelen tarih metodolojisi kuramcılarından Reinhart Koselleck, Heidegger ve Hans-Georg Gadamer'den etkilenerek geliştirdiği "tarihsel zaman" kavramsallaştırmasıyla, "geçmiş" ile "güncel"in modernlik sonrasında iç içe geçmesine dikkat çekmişti. Koselleck bunun da ötesinde Roland Barthes ve Foucault gibi tarihin bir "disiplin" olmaktan ziyade bir "söylem" olduğunu vurgulayarak onun "yalın gerçeklik"i ortaya koyma iddiasının anlamsızlığına işaret etmişti.
Bu çerçeveden bakıldığında "tarih"in on sekizinci yüzyıl sonlarına değin zamandan bağımsız bir "ahlâkî dersler deposu" olarak algılanarak, güncellikle fazla ilişkilendirilmediğini vurgulamak gereklidir. Kendi yazımımıza bakacak olursak, Osmanlı tarihçiliği, İslâm tarihinde gerçekleşmiş olayları "günceli doğurmuş ve geleceği belirleyecek" bir çizgiyi kavrayabilme amacıyla değil "ders alınacak örnekler" ve "kıyas malzemesi" olarak kullanırdı.
Koselleck'in de belirttiği gibi tarihin "ileriye doğru" giden, yaşanan gerçekliği doğurmuş ve geleceği belirleyecek bir çizgi olarak kavramsallaştırılmaya başlanması on sekizinci yüzyılda, bilhassa Fransa ihtilâli sonrasında gerçekleşti. Aynı dönem "zaman"ın da bütünüyle farklı bir biçimde değerlendirilmeye başlandığı bir zaman dilimi oldu.
Bu büyük değişim sonrasında tarih yaşanan gerçekliğin ve geleceğin temel belirleyicisi olarak algılanmaya başlandı. Modernlik sonrasının önde gelen ideolojileri de tarihe bu algı çerçevesinde yaklaştılar.
Marksizmin başını çektiği tarihselci (historicist) yaklaşımlar tarihte yaşananların insanlığın uzun gelişim çizgisini anlatmakla kalmayarak geleceğin toplumsal düzenini de belirleyeceğini savunuyordu.
Benzer şekilde milliyetçi tarih yazımı tarihi, "ulus"un doğuş ve evrimi ile günümüze nasıl ulaştığını açıklayan bir araç haline getirdi. Bu yaklaşımlar bununla da kalmayarak "tarih"e "amaç" yükleyerek onu özneleştirdiler.
Bu ise bir yandan "tarih"e büyük bir önem kazandırırken öte yandan da "tarihte ne olduğunun" tartışılmasını çok daha zor hale getirdi. Kendimize ait bir örnek verecek olursak Türk Tarih Tezi çerçevesinde "ulus"un oluşumunu açıklayan çizgiye itiraz eden yaklaşımların özgürce gündeme getirilmesine izin verilmedi. Büyük "Türk göçü"ne neden olduğu ileri sürülen kuraklıkları sorgulamaya cüret eden profesörler kongrelerde hakaretlere maruz bırakılarak ülkeyi terke mecbur edildi.
Çünkü tarihin çok eski evrelerinde dahi "ne olduğu" ulusun bugününü anlama açısından büyük önem taşıyordu. Bu, geçmiş ile güncel arasında düz ve belirleyici çizgi olduğunu varsaymayan bir on yedinci asır tarihçisinin anlamakta fazlasıyla zorluk çekeceği bir yaklaşımdı.
ULUS, GEÇMİŞ, ECDAT
Tarihçiliğimiz ve toplumumuzun tarihe yaklaşımı, modernlik sonrası tarih algısından bilhassa da milliyetçi yorumdan derin biçimde etkilendi. Milliyetçi tarihçilik "ulus"un parlak, mükemmel ve sorunsuz tarihini yaratarak onu kutsadı.
Neolitik çağdan 1930'lara kesintisiz biçimde uzanan bu tarihin Osmanlı'yı eleştirebilmesi de ancak "Osmanlı sultanlarının Türkleri sömürdükleri" benzeri bir tezle mümkün kılınmıştı. Yoksa "ulus"un tarihi "mükemmel"di, onun geçmişinde utanılacak bir gelişme yaşanmış olması mümkün değildi.
Osmanlı geçmişi ise ulus tarihinin karanlık bir paranteziydi. Osmanlı tarihinin 1938 ve bilhassa 1950 sonrasında yeniden parlak geçmişle eklemleştirilmesi "karanlık parantez" sorununu çözdü. "Osmanlı" geçmişinin de bir parçası olduğu "ulus"un bu yeni tarihinin tek farkı neolitik çağda "dünya medeniyetini kuran" proto Türklerin bir kenara bırakılması, başlangıcın Selçuklulara çekilmesiydi. Onun dışında tarihin "mükemmelliği" konusunda yaklaşım farklılığı söz konusu değildi. Artık "karanlık" bir parantez de kalmamıştı; ulusun tarihi "mükemmel"di.
Söz konusu yaklaşım tarihin tartışılmasını zorlaştırdığı kadar onun bir "söylem" değil doğa bilimlerini andıran bir "gerçeklik arkeolojisi" olduğu inancının da kökleşmesine yol açmıştır. Bu ise tarihle ilişkimizi fazlasıyla sorunlu hale getirmekle kalmayarak "ulusumuzun günümüzü doğuran tarihinin mükemmelliğinin" tartışılmasını neredeyse imkânsız kılmıştır.
Lineer bir çizgide ilerleyen monolitik bir "ulus" ve tarihin amacına ulaşmasını sağlayan kusursuz atalar (ecdat) kavramsallaştırmaları tarihsel olaylar üzerine özgür tartışma yapılmasını fazlasıyla zorlaştırmıştır. Tarihe "gerçeklik arkeolojisi" olarak yaklaşanların böylesi bir "tartışılmaz tarihsel gerçeklik" yaratmalarını mümkün kılan ise onun bir "inşa faaliyeti" olması olmuştur.
Burada ilginç olan günümüz için "monolitik" bir ulusun varolmadığını, "mükemmellik"in mümkün olmadığını kabul eden pek çok bireyin "tarihte bunun gerçekleşmiş olduğunu" düşünmeleridir. Bu kimseler buna "gerçekliğin ortaya çıkarılması" ile değil tarihin "inşa edilmesi" neticesinde ulaşıldığını görememektedirler.
Günümüzde "monolitik bir ulus"un varolmaması gibi, böylesi bir "Osmanlı" ya da "Selçuklu" da varolmamıştır. Bunun da ötesinde bu geçmişleri farklı biçimlerde inşa etmek mümkündür. Bu açıdan ele alındığında "tarih" değil "tarihler" vardır ve bunlar farklı dönemlerde ya da farklı gruplar tarafından değişik biçimlerde inşa edilirler.
Yukarıda zikrettiğimiz düşünürlerin de vurguladıkları gibi, tarih, son tahlilde, bir "söylem"dir. Onun, bir özne olarak "ulus"u yaratma ve günümüzü doğurma gibi "amaçlar"ı da olmamıştır. Bu nedenle "monolitik ulus"un "mükemmel geçmişini" inşa ederek onu kutsamak ve "gerçeklik" olarak herkese kabul ettirmeye çalışmak yerine, tarihi kutsallık zırhından çıkararak tartışmaya açmak gereklidir.
Bu açıdan değerlendirildiğinde "1915 Olaylarına İlişkin Mesaj"ın önemi bunu yaparak tarihin özgürleştirilmesini savunmasından kaynaklanmaktadır.
"1915 Olaylarına İlişkin Mesaj" tarihi kutsallık zırhından çıkararak tartışmaya açmakta ve onun özgürleştirilmesini talep etmektedir. Bu yeni tarih algısı tarihi tarihselleştirebilmemizi mümkün kılabilir